22 Şubat 2020 Cumartesi

Ben 352.
Bu benim son yayınım.
Ben özel biri Değilim.

Merhabalar arkaDaşlar. Öncelikle beni bir tebrik eDerseniz çok sevinirim. NeDeni şu; 479 kişilik bir makale Dizisinin açılış konuşmasının bana partlaması tamamen bir şans.—Hani şu bilDiğimiz şans. İşin aslı ortaDa bir kura çekilişi yoktu, ama olsa bile zaten kesin o kısa çöpü ben çekerDim.
Tamam, tamam, itiraf eDiyorum, birkaç kuruş fazla almış olabilirim.)

Evet, yanlış okumaDınız, tam 479 makale. 479 farklı kişi tarafınDan yazılacak olan saf kötülük kavramı. (okumaya devam et) Şimdi saf kötülük dedikde siz hemen birinin arkasından konuşmayı veya iyi herhangi bir süper kahramanın düşmanlarının konumuzla ilişkisi olduğunu düşünmeyin. Hem onlardan saf kötü diye birini ele alacak olursak, belki biraz Thanos, oda belki, oda biraz.

Bir az heyecanlı yazabilirim, ama makalenin sonunda birisinin öleceğini düşünürsek bu normal karşılanabilir. Fazla şey yapmayın siz, bildiğim kesin bir şey varsa, oda her birimize birileri, hayatımızın bir döneminde şu lafı etmiştir; "duyduğun her şeye inanma". (oku, oku, hadi devam) Demesine demiştir de, sana da bana ödenen para verilse, değil makale yazıp sonra öldürmek, kendini satarsın, ama neyse! Hem siz ne bekliyorsunuz ki? İsmi kötü karakter olan bir sayfada saf kötülüğü işleyen birisinin elbette psikolojik sorunları olacak. Birde ben mühendisim, işimde iyi, saygın bir kişiliğim.
Yani mesele sadece para değil! Biz seçilmiş kişileriz, bazılarımız özel, bazılarımız ise 479'un bir üyesiyiz. Biz ONU'n seçtikleriyiz.
(devam) Şimdi, gelecek yazı dizilerimizde, umuyorum ki, diğer arkadaşlar size en keskin sorularınız için açıklayıcı yanıtlar yayınlayacaklar. Hem bunu bir kitap almış ve okuyormuş gibi düşünün.

479, ya da 4, 7, 9! Dört, yeDi, Dokuz.
4+7+9=20 (hayat Döngüsü)
974:24=40,5833.. (Dejavu Döngüsü)
47,9 (zeka sınırı)
4,79 (rüya zaman sınırı)
479 (o muhteşem son)
(bir az beyninizi yakalım, hem konu ilginç olmaya başlamadı mı? Devam)

Bilmem hatırlar mısınız, "True Detective" isimli bir Amerikan dizisi vardı, hatta hala çekimleri sürüyor galiba. Ben ikinci sezonu 3. bölümden sonra bıraktım açıkcası. Ama 1. sezon, hani şu Matthew McConaughey ağabeyimizin (bu arada ben adama çocukluğumdan aşığım) başrolünü oynadığı var ya, muazzam bir başyapıttı bence. Şimdilerde bile ara bir açar izlerim. O sezonda şöyle bir konuyu işlemişlerdi, Ölüm! Hatırlayanlarınız vardır yahu, hani Matthew ağabeyimizi polis amcalar bir seri cinayeti nasıl çözdüğünü anlatması için sorguya çekiyorlardı ya, ha işte o sezon!
O konuşmayı bir tez olarak ele alsak yeridir. Konuşma her şeyi bırakmanın ne kadar kolay olduğu ile ilgi. Diyor ki, aralıksız 10-15 saat boyunca cesetlere baktığınızda düşündüğünüz şeyler bunlar oluyor. Sadece gözlerinin içine odaklanmanız ve bakmanız gerekiyor, hatta resimlerde olsalar bile. İşte o zaman okuya bilirsiniz, ölümü nasıl iyi karşıladıklarını. İlk başta değil belki, ama tam orada, son anlarında aşikar bir rahatlama vardır. Çünkü korkuyorlardı. Ama o son nanosaniyede her şeyi öylece bırakmanın ne kadar kolay olduğunun farkına varıyorlar. Ne olduklarını görüyorlar, bu hayat denen büyük drama her zaman aptal arzulardan ibaret geçici bir çözümsüzlükmüş meğerse. Ve öylece bırakıp gidebiliyorsun, hayatına o kadar da sıkı sıkıya tutunmak gerekmediğini görerek. Fark ediyorsun ki, hayatlar, arzular, sevgi, nefret, hatıralar, acılar ve b. hepsi aslında aynı döngünün bir yansımasıymış. Hatta hepsi bir rüyaydı, kilitli bir odada sakladığınız rüyalar örgüsü, insan olduğunuza dair bir rüya!

Acaba hakikaten o kadar kolay mı? Sen okumaya devam et dostum. O zaman hadi intihar edelim değil mi?! Ne diye yat-kalk-çalış sisteminin köleleri olarak kalalım?!
Bulut Atlas filmini birazda olsa kültür seviyesi iyi durumda olan herkes bilir bence. Hani şu sinema salonundan çıkarken "bana kamyon mu çarptı lan" sorusuyla bizi alaşağı eden film. O filmde hiç unutmam Ben Wishaw (Robert Frobisher) ablamız (kendisi erkek) "gerçek bir intihar, kararlılık ve disiplin gerektirir. İnsanlar, intiharın korkakça bir haraket olduğunu söylerler. Doğrudan daha fazla uzak olamazdı. İntihar, muazzam bir cesaret ister" demişti.
Yani ablalar ve ağabeyler, bu sizin o küçük beyinlerinizle kavrayamayacağınız bir eylem, götünüz yemez!

(hoşua gitti galiba)

Konumuzdan epeyce uzaklaştık gibi algılıyor olabilirsiniz. Aslında öyle, lan ben dört saattir yazıyorum. Bak yine dört!).

İnsanları aynı niteliğe ve orana sahip değerler karşısında seçime zorlamak.. bence, saf kötülük böyle birşey olamlı. Ama hayır!
Evet, birisinin camlarını zevk için indirmek de kötülük, ya da şey.. onu değil, yerine değer verdiği başkasını cezalandırmak..
Ben, yıllar önce bir arkadaşımın soğuk havada, geceleyin çiçek satan ninenin tüm güllerini 5 misli fiyattan alıp, yarım saat sonra tanımadığı bir kıza hakaretler yağdırmısına seyirci olmuş insanım.
Saf kötülük, yapmak zorunda kaldığımız eylemlerden daha fazlasıdır.

Ben kuzu şişi çok severim. Özellikle domuz yağında marine edilmiş kebabı hiç bir niymete değişmem. Bu beni mutlu eder. Ağzıma attığım her lokma, o leziz tad, hatta o kuzuya karşı yapılan haksızlığı — yaşam şansının insani (buraya kadar gelmişsin, azcık daha sabır, bitiyor) zevkler uğruna ellerinden, ya da daha doğrusu toynaklarından alınma nezaketini umursamamı sağlar. Bu arada yanlış anlaşılmak istemem, ben hayvan hakları savunucusu, falan değilim. İşin aslı var ya, hayvanlardan nefret ederim. Kedi gördüm mü tırmalarım, o derece yani..

Peki, birine tecavüz etmek kötülük müdür? Peki ya kadın ticareti sayesinde milyonların varisi olan bir genç, somutsal soyutsuzluğun en dip zirvesinde "ekmek elden su gölden" hayat şartları içinde, kendini iyiliğe adamış ve bunu iyi yapıyorsa.. İyilik midir?!
Buda mı olmadı?!
Daha milyonlarca örnek var beynimde, ama asıl soru bu değil. Şey ya, kafam allak bullak oldu, sizi soru içinde bırakmak yapılan anlaşmanın bir kısmı zaten. Bir az düşünün işte, çalıştırın o beyin denen varlığı. Neyse..

İyilik güzel bir şeydir, kötü demedim zaten. Ben kötülük de demiyorum, fark ederseniz. Kötülük ve iyilik arasında olan oran, çelişki ve yapılan eylemin niyeti arasında olan farkındalık olgusu şu beş para etmez hayata ait olaylar dizisdir. Benim demem o ki, bir gün evden çıkma, otur ve saatlerce düşün, yemek bile yeme, tuvalete gitme hatta, sadece düşün, ama şu farkındalık olgusunu değil, her şeyi öylece bırakıp gide bilme seçeneğini..

Aslında çok çalışkan ve hayat dolu bir insanımdır. Yeterince şeye sahibim. Şöyle bir dönüp baksam belki, neyimin olması gerekiyor bundan fazla, cevap bulamam.
Çünkü insanlar hayalleri kadar değil istekleri kadar vardır bu hayatta. Ve ben varım. Hatta dört ya da yedi ülke gezmişliğimde var. 479 gün öncesine kadar mutlu olduğumu bile zannediyordum. Hayatımda, hani şu "dokunmaya kıyamadığım güzellikte kadın" lafıyla nitelendirilen kadınlar oldu. Hatta biri vardı, Çiçek'ti adı, onu gör, daha sonra öl yani.. O kadar eşsiz bir güzelliğe sahipti. Öl dedim çünkü, hayatında ondan daha güzel ne verebilir ki sana tanrı, yani benim için bütün güzelliklerin fianli gibi bir şeydi.

Ve şu tanrı.. Var mı, yok mu? — diyemem, ama benim için bu soyutsallık sadece şundan ibarettir. Onun benim için ne kadar önemli olduğu, yada ona ihtiyacımın olup olmadığı.. Çünkü, bence tanrı ciddiye alınacak kadar olgun olamaz.

Ben en iyisi yavaştan kaçayım artık.
Bu arada saf kötülük ne mi? Yıllarca emek verip, evinin penceresinde yetişdirdiğin, suladığın, toprağını değiştiğini ve temizlediğin bir çiçeği bir bardak sudan bilerek mahrum etmektir, kurumasını izlemektir, ölmesine göz yummaktır.

Когда мы были детьми, нам говорили тот кто умер:  «Он ушел далеко, он вернется». Затем, когда они стали старше, им нужно было это место  далекое как то назвать , и они назвали : «Рай», они назвали так прекрасно, что многие хотели умереть. Но сколько то место было переименовано, благоустроено, но те кто ушли не вернулись и тех не осталось ,кто не хотел идти туда.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Neyin neysiyle konuştuğunuzu unutun